Kaan Sekban'dan Boxer'a Özel Röportaj
Hani derler ya, “akıllı olup dünyanın kahrını çekeceğine, deli ol dünya senin kahrını çeksin.” Bana göre bu felsefenin hakkını tam anlamıyla veren bir adam o.
Kaan Sekban, sosyal medya’da başlayan popülerliğini internet fenomenliği gibi sığ bir seviyede tutmakla kalmıyor, cesaretle risk alıp sahneye ve edebiyata taşıyor. Tek kişilik gösterileriyle farkını ortaya koyuyor, gösterilerini kapalı gişe oynuyor, iş hayatını ti’ye aldığı kitabı "Tebrikler, Kovuldunuz!" yılın iş kitabı seçiliyor.
Durur muyum? Kaan’dan hemen kaptım bir röportaj. Ben sordum, Kaan Sekban tatlı tatlı anlattı.
Kaan, kitabını okuyabilmek için hayatın her rengine açık olmak ve de hayatı fazla ciddiye almayan bir yapıda olmak gerekiyor. Ben okurken kendimi sesli gülerken bulduğum zamanlar çok oldu ama okurken sektörden hiç “mesleği ya da sektörü karalıyorsun, meslek – sektör hakkında kötü bir algı yaratıyorsun” gibi eleştiriler aldın mı bunu merak etmedim de değil. Aldın mı?
Valla bilemiyorum. Yüzüme karşı böyle bir şey diyen olmadı. Arkamdan belki demişlerdir ancak haklı bir eleştiri olmaz zaten. Meslekle değil, mesleği bu hale getirenlerin tuhaf egolarını ve defolarını karalıyorum ben. “Ekmek yediği yere çok yükleniyor” diyenler olmuş sanırım. Sanki sadaka veriyorlarmış gibi. Çatır çatır emeğimin karşılığında yedim ben o ekmeği. Hem de çok daha fazlasını hak ediyorken.
Aynı zamanda bir kişisel gelişimci ve kişisel gelişim yazarı olarak şunu çok rahat söyleyebilirim ki kitabında kaleme aldığın deneyimin bir çok kişisel gelişim kitabında anlatılan, “fakirlikten nefesim kokuyordu, şimdi bu satırları özel uçağımla seminerime giderken yazıyorum” şişirmelerini somut bir şekilde çürütüyor. Çürütüyor diyorum, çünkü bir çok kişisel gelişim kitabı genelde sonucu anlatır ama nasıl’a pek değinmez (nasılın sırrı binlerce lira verip gidilen o eğitimlerde öğrenilebilir ancak) sen giriş – gelişme– sonuç bölümlerine canlı bir örneksin. Aslında verdiğin mesajın özü “konfor alanından çıkmak” bizim insanımız neden konfor alanını bırakamıyor sence?
Çok teşekkürler (gülüyor) Bu kitabın gerçekten her yaştan herkese rehber olmasını istedim. Ama bir iş bırakma rehberi değil. Neyi istediğine karar verme rehberi. Çünkü dışardaki hayat gerçekten çok zor ve benim çektiğim sıkıntıları kimsenin çekmesini istemem. Konfor alanını terketmek Türkiye gibi ülkelerde çok daha zor. Ekonomik, siyasal, toplumsal düzen o kadar hareketli ki kimse elindeki avucundaki imkanları bırakmak istemiyor. Haklılar da. Ama işte o zaman çok da şikayet etme hakkı da olmuyor. Hem ocağım yansın, hem kalbim alev alsın olmuyor :) Aslında işi bırakmadan da konfor alanından çıkabilir insan ama biz işyerinde bile konfor alanlarına hapsetmişiz kendimizi. Bir işi farklı yapınca üstümüze kalacak diye ödümüz kopuyor.
Aslında kitabında anlattıkların kurumsal iş hayatı olan bir çoğumuzun sıkça yaşadığı şeyler. Ama sen fark yarattın. Ünlüsün demeyeceğim, bence sen çok sevilen birisin. Farkın ne oldu sence? Seni neden çok seviyoruz biz?
Mizah böyle bir şey zaten. Herkesin bildiği, yaşadığı şeyleri gözlemleyip farklı bir dille aktarmak. Sanırım onu yapabildiğim için. Bir de tabii taze o hayatın içinden çıkmış biri bunları anlatınca daha samimi geldi sanırım insanlara. Son olarak da herkes onlara tepeden bakan kibirden küfelik olmuş zibidi oyunculardan çok sıkıldı artık. Benim herkesin mesajına dönmem, her normal insan gibi toplu taşıma kullanmam, ailemle olan diyaloglarım ve en önemlisi de hayallerim herkesin bende kendisini bulması gibi bir sonuç doğurdu.
Üretmek...senin için mutluluğun anahtarı. Üretmenin illa büyük paralara bağlı olmadığını da en iyi ispat edenlerdensin bana göre. Kırmızı perde ve tripod çok maliyetli bir yatırım değil, bir de şapkayı da ekleyince ortaya bir sermaye çıkmış. Bizim toplum insanı neden her şeyin temelinin büyük paralar olduğunu düşünüp poposunun üstüne oturmayı tercih edip evil, mutlu, çocuklu tarafa geçmeyi tercih ediyor?
Paranın mutluluk getireceğini düşünmek aptallık bana göre. Para sadece bir araç olabilir rahat bir yaşam için. Ama kendini zorlayıp kendine meydan okumadığın sürece o rahat hayatta da depresyona girersin. Baltık ülkelerinde intihar oranının bu kadar yüksek olması da bundandır. Bir de toplumda dayatılan çakma doğrular var. Aile kurmak, ev kredisine girmek, çocuğu özel okula vermek gibi. Onlar da buna uymak zorunda hissediyor kendini.
Hepimizin hayatında “dostman”lar var. Olacak da. Sen, özelikle de hayaline yürürken senin dostmanlarınla nasıl baş ettin?
Onları baş etmem gereken varlıklar olarak görmedim. Benim için onlar sadece parazitti. Onlarla yaşamayı da öğrenmek lazım. Hepsini hayatından çıkaramazsın sonuçta. Herkesin içinde biraz dostman vardır. Ben de başkalarına dostman geliyorumdur belki :) Benim baş etmem gereken şeyler kendi korkularım ve defolarımdı daha çok.
Ben toplum olarak mizahı gerektiği kadar hayatlarımızın içine kattığımızı düşünmüyorum daha doğrusu katamadığımızı düşünüyorum. Mesela, hayatı fazla ciddiye almayıp mizah malzemesi yapsan “tabii, hayat sana güzel, tuzun kuru senin vb.” laflar hemen sıralanıyor. Korkuyor muyuz sence? Yoksa bir takım dayatma - baskılarla korkutuluyor muyuz? Neden mizaha karşı hep bir fren, hep bir temkin var?
Çünkü mizah eleştirmek demektir. Biz toplum olarak eleştiri konusunda tam bir fiyaskoyuz. Ya herkesi gömmek aşağı çekmek ve kusur aramak olarak görüyoruz ya da hiçbir defoyu görmeden kusursuzca övmek. Ortası yok bizde. Ama mizahı mizah yapan şey özeleştiridir bana göre. Kendi alanınla, kendi defonla, kendi sosyal statünle, kendi davranışlarınla, kendi huylarınla dalga geçebilmekle başlar mizah. Kendini görebilmek ve bunu olgunlukla karşılayabilmektir seyirci tarafında da. İşte bunlar zaman zaman rahatsız edebiliyor insanları. Görmek istemedikleri şeyleri çat diye suratlarına çarpınca hiç görmek istemedikleri bir tanıdıklarını görmüş gibi oluyorlar. Ama bence ciddi bir gelişme var bu konuda haksızlık etmeyeyim.
Sence, beyaz yakalıların dünyasında bir şeyler değişiyor mu artık?
Kesinlikle değişmeye başladı evet. Ama biraz daha hızlanmalı. Sadece benim skeçlerimle ya da kitabımla olacak iş değil. Özellikle yönetici konumundaki insanların kendini değiştirmesi lazım. Diğer tarafta da çalışanların kurban psikolojisinden çıkarak kendi hayatlarının direksiyonlarını ellerine almaları şart. Herkesin el birliğiyle bu sistemi daha iyi bir yere taşıması mümkün.
Kaan, senin gibi biri neden yalnız? Hayır, hayır tabii ki ciddi ciddi bu soruyu sormuyorum :) ama şunu merak ediyorum. Günümüz ilişkilerini durumu ortada ve pek iç açıcı değil, senin gibi hayatın her rengini görebilen ve bu renkleri hayatına katabilen insanlar ilişki yaşayabileceği insanın da hayatın farklı renklerini görebilmesini ister. Bulabileceğine inanıyor musun yoksa umudu tükenmeye yüz tutmuş kesimden misin?
Tabii ki bulacağım. Aşksız yaşanır mı yahu :) Ama şu anda gerçekten yaptığım işe aşığım ve çok üretken bir dönemindeyim hayatımın. Zil zurna aşık olup konsantrasyonumu başka yere kaydırmak istemiyorum. Mizah aşktan beslenen bir sanat dalı değil. Şiir gibi müzik gibi değil. :)
Değil hayallerinin peşinden gitme cesaretini göstermek, “nasıl olsa gerçekleşmez, nerede bende o şans” diyerek hayal kurmaktan bile çekinen bir toplum olarak bize öyle bir şey söyle ki kaba tabirle bizi gaza getirsin. Telefonlarımıza, bilgisayarlarımıza masaüstü yapalım, duvarlarımıza asalım. Hayallerinin peşinden gitmiş ulaşılmış olarak nasıl bir motto verirsin bize?
Kendine meydan oku ve sadece kendini dinle; gerisi kendiliğinden gelecektir :)
Son olarak, sevişirken konuşulmalı mı konuşulmamalı mı? :))) (Tebrikler, Kovuldunuz! sayfa 256)
Ben çok konuşurum, yani çok derken Vatanım Sensin’de neler olduğunu falan değil tabii :) Yerine göre. Karşındakine bağlı biraz da. Bir de sevişmenin türüne. Neyse, bu kadar ayıp soru yeter. Hoşcakalın (utanıyor:) )
Röportaj: Ayça Akın
HABERİ PAYLAŞ